KÜRT SORUNU’NUN ÇÖZÜMÜNDE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN KONUMU - 2

İkbal Vurucu

Türk Milliyetçiliği karşıtı siyasi duruşlarda Türk Milliyetçiliği ile “Kürt sorunu” kavramı arasında olumsuz bir ilişki varsayılır. Bu cenahta Türk Milliyetçiliği “lanetlenmiş” bir ideoloji konumundadır ve bu düzlemde olumsuz bir söylem inşa edilmiştir. Milliyetçiler Kürt düşmanı, Kürtlerin varlığını inkar eden, Türkleştirme yanlısı ırkçılar vs. gibi ithamlarla tanımlanmaya çalışılır. Gerçi Kürt sorununu kabul etmeyenleri Kürt düşmanı, ırkçı, faşist ve inkarcı olarak nitelemek bu cenahta yaygın bir tutum. Kürt sorununu kabul edip etmemek bir yana PKK’yı terör örgütü kabul etmek dahi Kürt düşmanlığı ile sabitlenmekte. Yani PKK ile Kürtler eşitlenmektedir. Bu politik tavır bir stratejik tutumdur ve amacı da PKK’nın bir terör örgütü değil de Kürt halkının varlığı için mücadele eden özgürlük savaşçısı devrimciler tasavvurudur. Bilişsel arka planda bu düşünce yer alır.

Türkiye’de etnik bir sorun mahiyetinde bir Kürt sorunundan bahsedildiğinde ve çözüm önerisi olarak şimdilik kaydıyla bir “özerklik/federasyon” sunulduğunda Türk Milliyetçiliğinin çözüm önünde büyük bir engel olarak görülmesi kadar “doğal bir durum” yoktur. Çünkü var olduğu iddia edilen “Kürt sorunu” bireysel temelli liberal bir çizgide yurttaşlık ve bu yurttaşlığın ilkeleri bağlamında bir haklar ve özgürlükler sorunu olarak görülmemektedir. Bireysel temelli yurttaşlık zemininde bir çözüm tartışması yerine kolektif etnik haklar temelli ve egemenliğin paylaşılmasını esas alan bir “çözüm dayatması” söz konusudur. Dayatması diyorum çünkü, bunun dışındaki bütün öneriler tartışma dışı. Siz ancak “Kürt sorunu var” derseniz ve var demekle de kalmaz bu retoriğin çözüm önerisine dahil olursanız “var” olabilirsiniz.

Kürt sorunu retoriğini “yaratanlar” ön kabul olarak bağımsız bir Büyük Kürdistan tasavvur ederler. Elbette bunun öncesinde Irak ve Suriye Kürdistanları’nın bir parçası olarak Kuzey Kürdistan özerk bölgesi öngörülür. Solcu-İslamcı aydınların yazılarında ve dillerinde Irak Kürdistan’ı, Suriye Kürdistan’ı gibi tanımlamaları kullanmaları ve bunu normalleştirmeleri bu tasavvurun bir yansımasıdır. “Türkiye” sözünden rahatsız olunurken yönlere bağlı bir Kürdistan’dan bahsedilmesi Pan-Kürdist bir arzunun söyleme içkin ifadesidir.

Farklı ideolojilere mensup aydınların Kürt sorunu söz konusu olduğunda aynı çözüm, aynı süreçler, araçlar ve yöntemlerle aynı sonuçlara ulaşmayı öngörmesi ayrıca üzerinde durulması gereken bir konudur. Bir soruna farklı yaklaşımların ortaya konulması demek olan ideolojilerin, söz konusu Kürt sorunu olduğunda sorun tespitinde, sorun kaynağında ve çözüm önerisinde “birleşmesi” sorunun niteliğini ve kaynağı görülen yapının ötekileştirilme derecesini de gösterir.

Özerklik/federasyon tartışmasının bizi götüreceği yer, “şimdilik” ertelenmiş olan Kürt Açılımı/Çözüm Süreci döneminde de gözlemlendiği gibi, sosyo-politik ve kültürel çözülmedir. Milli egemenliğin parçalanmasının veya bölüşülmesinin bir diğer anlamı devletin ve ülkenin “iki millet” arasında bölüşülmesi yani parçalanması demektir. Bu egemenlik paylaşımı da demokratikleşmenin olmazsa olmazı olarak sabitlenmektedir.

İnsan hakları, özgürlükler ve demokrasi üzerine kurgulanan Kürt sorunu söyleminde “şiddet” olgusu bir sorun olarak yer almaz. Şiddet bu söylemde kimlikleşmiştir ve kimlikleşmiş bir şiddet de bu kimliğin özsel bir parçası olarak tezahür eder. Öcalan’ın, PKK’nın toplumsal-

politik bir hedefi olarak sunduğu Kürt kimliğinin inşasında şiddet, zorunlu bir bileşen olmazsa olmaz bir politik eylem formudur.

Kimlikleştirilmiş şiddetin meşrulaştırıldığı bu politik arenada PKK da bir terör örgütü olarak konumlanmaz. Doğal olarak PKK, terör örgütü değilse herhangi bir yüzleşmede söz konusu olmaz. İnsan hakları, demokrasi, özgürlük talebi, hukukun üstünlüğü, yasaların uygulanması gibi normal bir demokratik ülkedeki siyasi söylemin parçası olan bütün kavramlar seti bolca kullanılmaya devam edilir. Aslında şiddeti/terörü meşrulaştıran bu tavrın bir diğer işlevi de biliş evrenindeki “bilişsel çelişkinin” giderilerek vicdan azabının yükleyeceği sorumluluktan kurtulmaktır. Böylece çocukların servis arabalarının havaya uçurulması, memurların kaldığı lojmanların bombalanması, kadınların, yaşlıların, çocukların öldürülmesi, otobüs parklarına koyulan bombaların patlaması ile yüzlerce kişinin ölmesi karşısında da en ufak bir vicdan azabı duyulmaz. Sorumluluk üstlenilmez. Bu dönemlerde barış talep edilerek analar ağlamasın çağrıları yapılır, “her iki tarafın” da acıları dile getirilir ve gönüller rahatlatılır. Ne de olsa “barış” istenmiştir.

Devletin terörle mücadelesi şiddet ile hatta “devlet terörü” ile etiketlenip bir “mücadele” alanı yaratılır. PKK terörü de “ırkçılığa” “Kürtleri inkarcılığa”, “katil Türk devletine” karşı mücadelede meşru bir yöntem kabul edilerek normalleştirilir. Bütün varyantları ile sol ve kozmopolit İslamcı aydınların fikri-ideolojik referansları ise PKK’nın ve Öcalan’ın çizgisinden sadece bazı nüanslarla ve aynı fikirlerin farklı kavram ve söylemlerle dile getirilmesinden ibaret. “Kürt sokağında” bir türlü hesaplaşılamayan kutsallaştırılan şiddetin aşılamaması dikkat çekiyor. PKK şiddetinde “terör”, parantez içinde dahi itiraz edilemeyen aksine gün geçtikçe onaylanan, normalleştirilen bir olgu haline geldi.

Başka bir ifadeyle, PKK terörü ile yüzleşilmemekte ve bu kavramlara PKK’nın bir terör örgütü olduğu gerçeği yok sayılarak kelimelerle şiddetin üzeri örtülmektedir. Aynı mahallede yer alan ve Son Diktatör, İçimizdeki Hapishane Labirentin Sonu, Yoldaşını Öldürmek, Onlar Daha Çocuktu gibi PKK başta olmak üzere sol-devrimci şiddet ile yüzleşen onları eleştiren bir yazar olan Aytekin Yılmaz gibi aydınların kaderi ise yalnızlaşmadır. Bu da şiddetin kimlikleştirilmesinin bir neticesidir. Yalnız kitapları ve makaleleri ile değil sosyal medya üzerinden de eleştirilerini sürekli dillendirmektedir. Aşağıda bu eleştirilerinden birkaçını alıyorum:

“Radikal sol örgütler bu ülkede liseli çocuklardan “hain-işbirlikçi” yarattılar ve sonra da öldürdüler. Onlara göre devrimci adalet bunu gerektiriyormuş. Ulaş Samsun Meslek Lisesi’nde öğrenciyken tutuklanıyor. Bir liseli çocuk örgüt hakkında neler bilebilir ki…? ’90’lı yıllar çok karanlık yıllar. Kimse konuşmak istemiyor bu yıllardaki sol karanlığı. Bana sorduğunuz şu soruyu kimse sormuyor, çünkü sol mahallelerin karanlığını konuşacak kimse yok. Bu çocuklar dağda ve hapishanelerde öldürüldüklerinde insan hakları örgütleri savunmadılar bu çocukları, gazeteciler haberlerini yapmadılar, yazarlar yazılarına konu etmediler. Sivil toplum örgütleri ise duymak istemediler. Çünkü bu saydığım dilsiz sağır çevre sol karanlığın etrafında örgütlenmiş bir çevredir. Bu çocuklar öldürüldüklerinde hepsi ordaydılar!”

“Sol mahalle şimdi değil, 1990’lardan beri bu sessizliğini özenle koruyor. PKK’yi rahatsız etmek istemiyorlar. O çocuklar bu sivil çevrelere göre de birer özgürlük savaşçısıdır. Bu sol akla göre Devlet Kürtlere baskı yaptığı için o çocuklar da soluğu dağda almışlardır. Özetçe sol mahalleden bu çevrelerin çoğu böyle düşünüyor. Bundan dolayıdır ki yaklaşık 40 yıldır gazeteciler çocuk savaşçıların haberlerini yapmıyorlar, insan hakları örgütleri ve sivil toplum örgütleri sorun olarak görmüyorlar, yazarlar da

yazılarına konu etmiyorlar. Bize de şunu demek kalıyor, PKK çocuk savaştırıyor, bu gruplar da sessiz kalıyorlar ve hep birlikte insanlık suçu işliyorlar.”

Bizim örneğimizde devletin karşısında örgüt var. Bu iki gücün 40 yıllık çatışmasına savaş deniliyor. Bu savaşın sonlandırılması için, iki gücün şiddetine de karşı olan sivil girişimcilere ise barış savunucusu denilir. Türkiye’de böyle bir barış savunucusu kimseyi tanıyor musunuz? Sabah erken kalkan siyasetçi, yazar, gazeteci, akademisyen Devletin operasyonlarına karşı yazılar yazıyor, bildiriler hazırlıyorlar. Savaşın diğer tarafı PKK şiddetine karşı yazı yazan, bildiri hazırlayan sol mahalleden yazar, gazeteci, akademisyen duydunuz mu…?”

“Unutmayalım bu ülkenin radikal devrimcileri çocukları öldürdüler dağlarda, hapishanelerde. Çocukları öldüren solculuğu ve devrimciliği konuşmamız lazım…”1

“Türkiye'de Sinema sektörü solcuların kültürel hegemonik alanı içinde. 40 yıllık PKK şiddeti üzerine bir tek film yapmadılar. Her yıl Kültür Bakanlığından en çok fonu da bunlar alıyor. PKK şiddetinin bilançosu nedir: 105 bin ölü! Bunca ölü, yıkım bunların filmlerine konu olamadı.”2

“Geçmişle yüzleşme konusunda solcular yüzleşmeyi sadece devletten bekleyerek, sadece devleti eleştirerek hata yapıyorlar. Son 40 yılda PKK şiddetinin neden olduğu çok sivil katliamları oldu. Bunlarla da yüzleşmeliyiz diyen solcu muhalif birini duydunuz mu? İşte bu yüzden bunların geçmişle yüzleşme söylemi, samimiyetsiz içi boş bir söylemdir. Çok eski tarihlere gitmeye gerek yok. 2015’te hendek çukur eylemlerinde kaç Kürt çocuğu öldü? diyebilen bir tek yazar/gazeteci siyasetçi var mıdır? Bunların alayı sahtekâr ikiyüzlüdür.”3

“Bana diyorlar ki, “HDP’yi eleştiriyorsun, peki HDP ne yapmalıdır?” Bu soru yanlış bir sorudur. HDP, PKK’ye rağmen hiçbir şey yapamaz! Geçmişte yapamadı şimdi de yapamaz! Çözüm süreci günlerinde A Haber’de bunu söylediğim için program yöneticileri az kalsın beni döveceklerdi. Bana dediler ki, “Biz sizi davet ettik, HDP hakkında iyi şeyler söyleyesiniz diye, siz eleştirdiniz.” 2013 Ekim ayında A Haber tam bir HDP’liydi. Düşünebiliyor musunuz? AK partiyi eleştirdiğim için değil, HDP’yi eleştirdiğim için beni bir daha çağırmadılar programa. Keşke yanılmış olsaydım, ama olamadık. Sonrası gelişmeleri biliyorsunuz. Bazıları hala Hükümetin samimi olmadığını söylüyor. Gerekli adımları atmada zorlandığı, geciktiği doğrudur. Ama hatırlayın bir, S. Demirtaş ve Sırrı S. Önder’i kanal kanal gezdiren bir hükümet vardı.”4

“Buralarda bir tayfa türemiş, ne zaman PKK'yi eleştirsem, “Kendine Rant devşiriyorsun, devletten ne kadar para alıyorsun?” diyenler var. Buyurun gelin birlikte olsun. Ulan puştlar PKK’yi eleştiren bir tek ünlü yazar var mı? PKK'yi eleştirmek rant kapısı olsaydı bize sıra gelmezdi. PKK'yi eleştirenler değil, Devleti eleştirenler baş tacı bu ülkede. Devleti eleştirdiğinizde bütün Avrupa kapıları açılıyor. Ödüllere boğuyorlar. Buna karşılık PKK'yi eleştiren bir yazarın AB ülkelerinden bir tek ödül aldığını duydunuz mu? Sizi gidi beslemeler!5

“Bu ülkede ortalama vasat radikal bir solcunun ruhsal dünyası ve düşünme biçimi şöyle: Solcu militanlar devrim için karakol bassın, polis – asker öldürsün, yeri geldiğinde yoldaşını öldürsün, ama devlet de onlara karışmasın.!”6

“Yazar/sanatçılar “Cumartesi Annelerini” destekledikleri halde, “Diyarbakır Annelerini” niçin desteklemiyorlar. Kültür sanat hegemonyası HDP ve solcuların elinde olduğu için! Eğer HDP’ye ve solculara rağmen bir tutum alacak olursa dışlanacağını biliyorlar. Bu yazar/sanatçılar “Diyarbakır Anneleri” söz konusu olduğunda hak hukuk adaleti, vicdanı değil bireysel çıkarlarını önceliyorlar. İşte

bu yüzden bunlar herhangi bir yazar/sanatçı değildirler. Beslemedirler ve bu yüzden de çok vicdansızdırlar!”7

““Çatışmalarda öldürülen çocuklara üzülenler, evladına sağ kavuşan Annelerin sevincine niçin sevinmezler? Bu konu son derece düşündürücüdür. Diyorlar ki, “Bu aileleri Devlet destekliyor.” Tabi ki devlet destekleyecek. “Cumartesi Annelerini” PKK ve sol örgütler destekliyor diye, bu ailelerin haklı talebini desteklemeyelim mi? Anaların evlat taleplerini siyasetlerinize alet etmeyiniz, bu acılı ailelere destek olunuz. Bu ülkede solcular, muhalifler yazar/sanatçılar Kürt çocuklarının dağda olanını seviyorlar, dağdan inip Ailelerine sağ kavuşanlarından ise nefret ediyorlar.8

PKK terörü söz konusu olduğunda farklı ideoloji mensuplarının aynı politik çizgide buluştuğu görülür. Mesela İslamcı ve AKP eski vekili ve halen Merkez Karar ve Yönetim Kurulu Orhan Miroğlu Haziran 2014'te Ülke TV'deki Bıçak Sırtı programında şu ifadeleri kullanmıştı:

“Bir grup eğer kendi toprakları içinde beğenin ya da beğenmeyin bir siyasi programı hayatı geçirmek için mücadele veriyorsa bu bir terörist grup değildir. Hele eğer 4 5 milyon insanın yaşadığı bir yerde halkın belli bir kesimi tarafından destekleniyorsa. Bizde de aynı şey yaşandı. PKK terörist bir örgüt müdür? Bana göre PKK terörist bir örgüt değildir. PKK kendi topraklarında belli bir siyasi programı hayata geçirmeye çalışan politik bir harekettir.”

Kürt İslamcı aydınlardan Esra Aydın, Türklerden rahatsızlığını açık açık dile getirirken bağımsız bir Kürdistan olmadan sorunun çözülemeyeceğini belirtmektedir. Aydın’a göre:

"Önemli olan burada benim ne istediğim. Ben burada pozitif ayrımcılık istiyorum. Diyorum ki; eğer bu zulmü ben gördüysem, benim ailem, benim halkım gördüyse, burada nihai karar mercii de benim, benim halkımdır. Dolayısıyla eğer benim halkım bağımsızlık istiyorsa, benim halkı ayrılmak istiyorsa, benim halkım kardeş değil, komşu olmak istiyorsa sonuç da buna bağlı olmalıdır. Çünkü bu kardeşlik de bizim için can sıkıcı oldu artık. Hep ağabeyler Türk, hep küçük kardeş Kürt… Mademki kardeşiz, öyleyse biraz da Kürtler ağabey olsun. Neticede Kürt ve Kürdistan mücadelesi meşruiyetini en çok ahkam kesenden değil, İlahi olandan yani Rabbimizden alıyor. … O yıl önce Ankara da bir grup insan kalkıp kendilerine bütün İslami referanslardan uzak hatta İslami birikimleri yok etmeye geçmişin izini silmeye çalışan seküler bir Türk ulus devleti kurdu. Bu kurulan Türk ulus devletinin Kürtler nezdinde hiçbir meşruiyeti yoktu. Kürtler burada seküler ulus devlete ‘Benim seninle birlikte yaşamam söz konusu olamaz.’ dedi ve direnişe geçti. Bütün korkutulma ve yoksul bırakılmalarına karşın lokal düzeyde yenilgi ile sonuçlanan 30’a yakın isyan gerçekleşti. Bu isyanları analiz etmezsek lokal olmayan son Kürt isyanını da anlamakta güçlük çekeriz. Her seferinde Kürtler yenildi, aşağılandı ve Müslümanlar seyretti, karşı çıktı. … Bu 80 yıllık cumhuriyet tarihine bakıldığında Kürtlere yönelik katliam ve aşağılama politikalarının nedeni Kürtlerin kendi topraklarında egemen olmamalarıdır. … Kürt Davası, sömürge ve toprakları işgal edilmiş bir halkın davasıdır. Ortadoğu’da uluslararası bir sömürge ulus davasıdır. Ülkesi Kürdistan olan ve bölünen bir ülkeye sahip olan Kürt halkının davasıdır. Siyasi ve ulusal bir davadır. Dünyanın tüm diğer ulusları gibi kendi kaderini tayin etme, bağımsızlık ve devlet olma davasıdır. Kürt Davası, mazlumların ve ezilenlerin davasıdır. Bir eşitlik, adalet, bir hak ve hukuk davasıdır. İçeriye ve dışarıya karşı bir özgürlük davasıdır. Kürt Davası, bir şeref ve onur davasıdır. Ve Kürt Davası, bir küreselleşme, değişim, yeniden yapılanma davasıdır. … Şimdi biz bunları söylediğimizde Kürtçülükle itham ediliyoruz. Sizin yaptığınız Türkçülerin yaptığından farksız deniyor bize. Açıkçası kendi adıma Kürtçülük yakıştırmasından gocunmuyorum! Kürtçülük dediğiniz şey benim gerçekliğimi yaşatıyor ve evet ben Kürtçüyüm. Kürtler Ortadoğu’da, ümmet coğrafyasında eşit olmak istiyor. Böyle bakınca Türk ulusçuluğu ve Kürt ulusçuluğunu aynı kategoriye koyup değerlendirmek bana çok etik gelmiyor. Birinde devlet ve devletin o güçlü aygıtları yok, diğer

halkları aşağılamıyor, yok saymıyor ve sistematik kıyım yapmıyor, din aşağılanmıyor. Kürtçüler ya da Kürt ulusalcıları gasp edilen haklarını geri almak için mücadele ediyor; Türkçüler ise Kürtlerin hakkını gasp etmek için mücadele ediyor. Dolayısıyla ikisi adalet nezdinde bir tutulamaz. … Sorun Kürtlerin kendi topraklarında egemen olamama sorunudur. Egemen güç işgalci olduğunun farkında değildir, ancak 80 yıllık bütün uygulamaları tam da işgalci uygulamalardır.” 9

Abdullah Deniz:

"Kürdistan Sorunu diyorsak biz, Kürtlerin büyük bir halk olmalarından kaynaklı siyasi statü hakları sorunu olarak meseleyi anlamamız lazım. Diğer Kürt coğrafyaları için de belki bir cazibe merkezi bir çatı olacak şekilde Türkiye coğrafyasında kalan Kürtler içinde bir gönüllü birlikteliğe doğru yol alınacaksa, Kürtler ile merkezi devlet arasındaki ilişkinin adının konulması ve güvenceye alınması şarttır. Bu ilişkinin biçiminin değişik alternatifleri vardır. Özerklik veya federasyon olabilir.”10

Görüldüğü gibi İslamcıların, “Kürdistan’ın gasp edilen hakları”, “Kürtlerin sömürülmeleri”, “Kürtlerin asimilasyonu, katliamları”, “Kürdistan’ın bağımsızlığı”, gibi kavramlarla inşa ettiklerin söylemin sosyalist PKK’nın söylemi ile birbiri örtüştüğü görülür. Ayrıca, “Türk”, Türk Milleti, Türk ulus devleti gibi olgulara “İslam devleti”, “ümmet”, “İslam milleti” gibi kategorilerle karşı çıkarken karşı çıktıkları bu kavramların başına “Kürt” ekleyerek savunmaları gibi çelişkiler, İslamcıların içine düştüğü istihzalı durumu göstermektedir. Bu ironik durumun açık ifadesi “Kürt Milliyetçiliği”dir.

Şiddeti meşrulaştırıcı bir söylem inşa edilmiştir ve bu meşrulaştırıcı söylem de akademiden basına sivil toplumdan siyasete pek çok mekanizma kullanılmaktadır. Bu dili yaratan ve tedavüle sokan aydınların zihinsel çözümlemesinin yapılması ve terörü ve şiddeti perdeleyen dilin/söylemin deşifre edilmesi ülkenin gündeminin normalleşmesi aşçısından önemlidir. Teröristlerin söylem ve hedefi ile söz konusu aydın kesimin söylem ve amaçlarında bir örtüşmenin gerçekleşmesi, demokrasinin varlık koşulu olan toplumsal bütünlüğün parçalanması yönünde tehlikeli bir aşamaya gelindiğinin göstergesidir. Hiçbir şiddetin, terör eyleminin meşrulaştırıcı olarak işlev göremeyecek olan demokrasi, bir yönetim tarzı olarak, metafizik veya aşkın bir niteliğe büründürülerek inşa edilen söylemin bel kemiğini oluşturmaktadır.

Bir eylemin “Terör” olarak tanımlanıp tanımlanmayacağının ölçüsü nedir? Her iki sokaktaki aktörleri de bağlayacak olan ulusal ve uluslararası hukuk kurallarıdır. Ulusal hukuk yanında uluslararası hukuk mekanizmaları da PKK’yı bir terör örgütü olarak kabul ediyor. Fakat “Kürt sokağı” bunu da Türkiye’nin bin bir türlü dalaveresine bağlayarak tanımama yolunu seçiyor. Bu da “Kürt sokağının” ciddi bir handikabı. Aslında terör ne olup olmadığı çocukların nasıl katledildiğine, servis araçlarının havaya uçurulmasına, intihar bombacılarına kadar gider. Ama elbette bu sokağın zihninde bilişsel çelişkileri giderecek bir sürü argüman var: TC askeri de Kürt çocuklarını katlediyor, sivilleri vuruyor. Burada hemencecik bir Kürt milli bilincini üreten bir “sivil toplum örgütü” işlevi (!) gören PKK ile devletin eşitlenmesi sağlanır.

Sorunun hukuki açıdan bir başka boyutu da, PKK’nın uluslararası arenada meşrulaştırılmasında katettiği yoldur. Türkiye PKK terörü ile mücadelesini “insan hakları hukuku” çerçevesinde

yürütmektedir. PKK ise bir “savaş” olarak niteliği çatışma sürecinde “uluslararası insancıl hukukun” uygulanması için yoğun çaba sarf etmektedir. Bundan amacı da PKK’nın bir terör örgütü statüsünden çıkarılarak “halk hareketi” statüsü kazanmasıdır. Böylece uluslararası alanda meşru bir zemine oturmuş olacak ve Türkiye’nin PKK ile mücadelesindeki mevcut askeri ve diplomatik imkanlar ve araçlar zayıflatılmış olacaktır. PKK’nın mücadelesinin meşru bir zeminde kabul edilmesi aynı zamdan Türkiye’nin insan haklarını ihlal ettiği gerekçesi ile Afganistan, Irak gibi dış müdahaleye açık bir konumda yer almasını sağlayacaktır. Türkiye’nin terör örgüleri ile mücadelesinde İnsan Hakları derneklerinin Türk ordusunun kimyasal silah kullandığı yönündeki raporları da bu amaca ulaşmadaki uluslararası yapılara argüman sağlamaktan ibarettir.

Sonuç olarak, Türk milliyetçiliğinin çözüm kapasitesini “Kürt itirazını içerme kapasitesine bağlamak” ifade olarak otoriter bir dayatma. “Kürt itirazını içerme” Kürt sorununun “Kürt sokağı” gibi anlama, tanımlama, kabul etme şartını önceler, zorunlu kılar. Uzlaşı, barış, diyalog yok. Türk Milliyetçileri “Kürt itirazını” içlerine sindirirlerse “belki” bir diyalog oluşabilir. “Kürt siyasi hareketi” olarak PKK’yı esas alan bir zihniyet örüntüsünün meşru bir “devlet”in kuruluş ilkelerini kabul etmeyip de uluslararası alanda terör örgütü olduğu tescillenmiş bir örgütün çözüm önerisini kabul etmemiz herhalde beklenemez. Söylem inşası ve hegemonyası bir algı inşası ve hegemonyasıdır ve gerçeklikle örtüştüğü anlamına gelmez.

Peki bu şiddetin meşrulaştırılmasının sadece Kürt sokağında bir karşılığı varken sonuçta bu devletin kanunlarının geçerli olduğu bir ülkede “Kürt itirazı”ndan bahsetmenin ne ölçüde bir geçerliliği var? Sekülerleşme sonuçta din merkezli bir açıklama iken bu dinin işlev ve etki alanın geri çekildiği bir zeminde etnik kimlikle yeri ikame edilirken acaba bir uzlaşma yoksa çatışma ortamı mı doğar? Dinle sağlanan örtüşme alanı ortadan kalınca etnisite ile nasıl bir ortak alan doğabilir?

Türk kimliğinin ortaklaşma imkanını sonraki yazımızda ele alabiliriz.