Kurtuluş Savaşı Türk Milliyetçiliğine Dayanmıyormuş(!)

İkbal Vurucu

Kurtuluş Savaşı’nın Türk milliyetçiliğini temel almasına ilişkin bazı tartışmalar zaman zaman karşımıza çıkıyor. Türk milliyetçiliği ile ilgili durum tarihi gerçeklikte gözler önünde olmasına rağmen bazı görüşler bunu tartışmaya açıyor ve Kurtuluş Savaşı’nın Türk milliyetçiliğini temel almadığını ispatlamaya çalışıyor. Örneğin Zeki Sarıhan bir yazısına “Kurtuluş Savaşı’nın Türk milliyetçiliğine dayandığı gibi sonradan oluşmuş yaygın bir kanı vardır. Bu kanı doğru değildir”1yargısıyla başlıyor ve ardından “kanıtları” ve “gerekçeleri” açıklayarak şöyle devam ediyor: “1921 Teşkilatı Esasiye Kanunu'nda bir kez olsun Türk sözcüğünün geçmemesi bunun kanıtıdır. Kitleleri yurt savunmasında coşturmak için yazılan ve bu işlevini yerine getiren İstiklal Marşı’nda da Türk sözcüğünün geçmemesi anlamlıdır. Savaş yıllarının ortasında Yeni Türkiye’nin eğitim programını çizmek için 15 Temmuz 1921’de toplanan Maarif Kongresi’nde Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı ünlü açış konuşmasında da bir kez olsun Türk sözcüğü geçmemektedir.” Üstelik diye de önemli bir noktanın altını çiziyor: “Türkiye’nin nüfus çoğunluğunu Türkler oluşturduğu, 1908 İkinci Meşrutiyet’ten sonra Türkçülük akımı aydınları önemli ölçüde kendine çektiği, hatta TBMM’de bir hayli Türkçü mebus bulunduğu, ilk iki Maarif Vekili olan Rıza Nur ve Hamdullah Suphi Beylerin Türkçülükle tanınmış olmalarına rağmen”.

Yazar sonrasında Kurtuluş Savaşı’nın neden Türk Milliyetçiliğine dayanmadığını veya neye dayandığını izah etmese de “Kurtuluş Savaşı önderlerinin Türk, Türkçülük, milliyetçilik gibi kavramları kullanmaktan neden kaçındıklarını açıklıyor. Ona göre bunun iki nedeni vardır. “Bunlardan biri, Kurtuluş Savaşı yıllarında sınırları henüz kesinleşmemiş olan Türkiye’nin bir imparatorluk bakiyesi olmasıdır. Kazanılmak istenen sınırlar içinde Hıristiyan azınlıkları sayamasak bile (Zira onlar Millet Meclisi seçimlerine sokulmamıştır) Türkler, Kürtler, Araplar, Çerkesler ve Lazlar gibi çeşitli “unsur” ların bulunmasıdır. Türkçülük siyasetinin güdülmesi, bu unsurları bir arada tutamazdı. İkinci neden, İttihat ve Terakki’nin İslam birliği gibi Türkçülük siyasetinin de iflas etmiş olmasıdır. Anadolu’da yeniden bir Türkçülük veya Türk milliyetçiliği siyasetini savunmak, hem içeride hem dışarıda olumsuz etkiler yapabilirdi.”

Kendinden emin, gerçek orada öylece duruyor ama onca bilim insanı bir türlü çıplak gerçeği göremiyor. “Kurtuluş Savaşı Türk Milliyetçiliğine dayanmaz!”. Derin derin analizlere,

araştırmalara, bilimsel disipline, mantıksal tutarlılığa gerek yok. Hakikati arayanlar için “gerçek” orada. “Yöntem” ve bu yönteme göre gösterilen “sayısal kelimeler” çıplak gerçeği gösteriyor. Yazar onca bilim insanının yapamadığını yapıyor, göremediğini görüyor ve Atatürk’ün eserlerinde ilgili ciltlerin içinde geçen “milleti” sayıyor “Türk”ü sayıyor, “vatanı” sayıyor. Bize sadece “Bakmak” ve “Görmek” kalıyor.

Oysa bilim, “çıplak gözle” yapılan “gözlem” değildir. Nesnelerin betimlenmesi de değildir. Olaylar, olgular arasındaki ilişkinin bir varsayıma göre inşa edilmesidir.

Sadece “ilk düğmenin” yanlış ilişkilendiği değil aynı zamanda “elma ile armudun” da karıştırıldığı ama bu temelsizlik üzerinden koca koca cümleler bina ediliyorsa işiniz çok daha zordur. O zaman bu köşe yazısından bol referanslı bir cevap yazmak mümkün olmadığı gibi sadece birkaç metin içi çelişkiyi vurgulamakla yetinebiliriz. Elmanın elma armudun da aslında armut olduğunu “göstererek”.

Fakat buradaki ana yaklaşım gibi Türk kimliğini, bu yazıda görülmese de, Atatürk’ü küçümseyen, yok sayan, hiçbir başarıyı Türk’e ait bir şeyle ilişkilendirmeyerek kendilerince bir “şark kurnazlığı” yapan, aslında bir nefret söylemi geliştiren zihniyet sahiplerinin çoğalması ve egemen siyasi ideolojiden de cesaret alarak Atatürk’e ve Cumhuriyet’e saldırıda coşan tiplerin artmasıdır. Bu sebeple bu tip söz de eleştirimsi saldırıların iddialarını zaman zaman bu köşede yazacağız.

Önce yazarın iddialarını temellendiği şablona bir göz atalım.

“Kurtuluş Savaşı Dönemi’ni Mondros Ateşkes Anlaşması’nın imzalandığı 30 Ekim 1918’de başlatıyoruz. Bitiş tarihi olarak da Batı Trakya’nın tesliminin hemen hemen tamamlandığı ve Lozan Konferansı’nın açıldığı 20 Kasım 1922’yi esas alıyoruz. Atatürk’ün Bütün Eserleri’nin 2. cildinin 173 sayfası ile 3-13. ciltleri ve 14. cildinin 149 sayfası bu dönemi kapsamaktadır. Ciltlerin “Dizin”lere ayrılmış kısımlar dışında toplamı 4 bin 735 sayfa tutmaktadır. Bu hesaba göre ciltler ortalama 401’er sayfalıktır. Buna göre ele alınan ciltlerde yani Mustafa Kemal Paşa’nın 30 Ekim 1918-20 Kasım 1922 tarihleri arasındaki yazı ve konuşmalarını içeren 4 bin 735 sayfa içinde geçen bazı kavramlar ve bunların her yüz sayfada yer alma sayısı aşağıdadır.

 

Kavramlar 4,735 sayfanın Her 100

Kaçında geçtiği sayfada geçme oranı

1. Millet 2,571 54

2. Millî 1,947 41

3. Memleket 869 18

4. Vatan 712

5. Türkiye 707 15

6. Anadolu 503 10

7. Türk 454 10

8. İslam 443 9

9. Halk 364 8

10. Osmanlı 402 8

11. Komünizm, Bolşevizm 369 6

Günümüz tartışmaları açısından anlamlı olabilir düşüncesiyle ciltlerdeki Kürt ve Kürdistan sözcükleri de sayılmıştır. “Kürt” sözcüğü 87 kez (Yüzde 2), “Kürdistan” ise 28 kez (Yüzde 0.5) geçmektedir. Kurtuluş Savaşı çeşitli evrelerden geçmiştir, dolayısıyla savaşın her döneminde bazı kavramların öne çıkması, bir kısmının ise daha az kullanılması doğaldır.”

Öncelikle başlık olarak konulan “Ortak aidiyet” olarak sunulan “Millet” sözünün ne anlamda kullanıldığı açıklanmamış. Tek başına bir söz olarak “Millet” mi ortak aidiyetin içeriğini ve işlevini var eden? Onca cildin içinden sözler sayılırken önem atfedilen hatta üzerinde makale yazılan bir sözün anlamının okuyucunun sonsuz hayal gücüne bırakılması nasıl izah edilir? Yoksa zaten “Türk” kast edilmiyor yazdıklarımdan Türk olmasın da ne olursa olsun mu deniliyor?

En azından bir tanımı yapılabilirdi ki, “ortak olanı” bilme imkânımız olsun. Bugün İslamcıların ana söylemi olan “milletimiz”, Türk, Kürt, Çerkez, Arap, Boşnak her birini bir ırk olarak görüp “Milletin” bunları kapsadığını iddia ediyorlar. “Kadim millet”, “aziz milletimiz” gibi kullanımlarda yeniden üretiliyor bu söylem. Adı olmayan millet veya milletin adı mı “Millet”? Kimsiniz diyorsun, millettenim.

“Millet” sözünün buradaki anlamsızlığına bakın. Mesela, dünya futbol şampiyonasına katılıyorsunuz, Fransız milli takımı, Alman milli takımı, İspanyol milli takımı çıkıyor, “bizim ülkenin” takımı Millet milli takımı oluyor (!).

Acaba buradaki “millet” İslam’ı mı gösteriyor? Öyleyse, peki niye doğrudan İslam kullanılmamış?

Tekrar soralım. Bahsedilen milletin bir adı var mı yoksa “milletin” adı mı Millet?

“İsim” olarak Türk’ün geçmemesi “eylem” olarak Türk’ün olmadığının göstergesi değildir. 707 kere “Türkiye” isminin kullanılmasının anlamı nedir? Niye Osmanlı Devletinin egemenlik sürdüğü zaman diliminde ve coğrafyada “Osmanlı” değil de “Türkiye” kullanılmış?” Ayrıca Büyük MİLLET Meclisi’nin kısa bir süre sonra da “Türkiye” adını alması ne anlam taşır? Kabul edilmek istenilmese de bütün bunların anlamı milliyetçilik ruhunun somut halidir. Elbette Türk Milliyetçiliğinin…

Yazara göre, İslam kavramı bütün bu süre içinde 5’le 13 arasında değişmektedir. Şayet Millet, İslam anlamında kullanılmış olsaydı, iki kavram da eş değer olarak yüksek olması gerekmez miydi?

Yazarın bir diğer tespiti de, “Türk sözcüğü yüzde 5’ten başlayarak ciltler ilerledikçe belirli bir artış göstermekte, en çok 1922 Ekim ve Kasım aylarını içeren 14. ciltte yüzde 26’ya kadar çıkmaktadır.” Bu tespit üzerine yorum yapmaya gerek var mı? “Gerçek” apaçık ortada değil mi?

***

Milli Mücadele değerlendirilirken göz önünde bulundurulması gereken önemli bir husus vardır. İstanbul 13 Kasım 1918’de fiilen 16 Mart 1920’de de resmen işgal edildi. Osmanlı Devleti’nin başkenti beş yıl işgal altında kaldı. Bu işgalin anlamı aslında Osmanlı Devleti’nin bitmiş olduğudur. Sadece İstanbul değil, Mondros Ateşkes Anlaşması imzalanmış ve buna bağlı olarak da Osmanlı devletinin egemenlik sahasındaki ülke İngiliz, Fransız, İtalya ve Yunanlılar tarafından işgal edilmiştir.

Bu Osmanlı Devleti içinde bir işgal ve bir de bu işgale direnişin gerçekleştiği kurtuluş mücadelesinin aynı siyasi evrende ama iki farklı aktör gruplarında uygulandığıdır. Bu iki grup birbirine zıt olarak ideolojik ve toplumsal dinamiklerden beslenmekte ve biliş dünyasına dayanmaktadırlar. Osmanlı devletinin yönetim merkezi İstanbul’daki saraydır. Saray işgalleri

desteklemiş, bununla kalmamış halkın da işgallere direnmesinin önüne geçmek için Şehzadelerden ve Hocalardan oluşan bir Akil Adamlar Heyeti teşkil edilerek propaganda yürütülmüştür. Milli Mücadeleye karşı isyanlar kışkırtılmıştır, ordular teşkil edilmiştir. Ana amaçları Padişah’ın ve tahtının varlığının korunmasıdır. Egemenliğinin demiyorum çünkü zaten işgal altında egemenlik söz konusu değildir. Bunun için de işgallere karşı direnişin önlenmesi gerekmektedir.

Osmanlı egemenlik sahası içinde bir ikinci grup vardır ki bunların önderi Mustafa Kemal’dir ve amacı Anadolu’ya geçer geçmez “vatanın” işgalini durdurmak ve kurtuluş için halkın bağımsızlık bilincini mitingler ve basın yoluyla uyandırmak ve silahını işgalci güçlere teslim etmemiş birliklerle bağımsızlık mücadelesi yürütmek. Dayandığı tek güç “Türk milletidir.” Bu grup ne Padişah ailesindendir ne de İstanbul hükümetinden. Saray yönetiminin zıddı bir siyaset takip etmesi aynı ideolojik dünya görüşlerine sahip olmadıklarının en bariz göstergesi bu eylem. İşte bu düşünce ve eyleme geçiren biliş dünyası Türk Milliyetçiliğidir. Adını vermesine gerek yok.

İşte bu iki olgusunun bize gösterdiği şudur:

Birinde “taht” öncelenmekte diğerinde “vatan” öncelenmektedir; birinde işgaller destekleniyor diğerinde işgallere karşı çıkılıyor; biri ordunun ve halkın elindeki silahları toplayarak işgalcilere destek olurken diğeri de işgalcilerden silah kaçırarak ordu kurmaya çalışıyor.

Hepsinden önemlisi İstanbul Hükümeti’nin işgalciler için bağımsızlık mücadelesi yürüten, Avrupalıların ifadesi ile milliyetçiler, Ankara hükümetine karşı isyan hareketlerini çıkartmaları, halkı kışkırtmaları, Mustafa Kemal ve arkadaşları için ölüm fetvaları hazırlamaları ve bunları Yunan ve İngiliz uçakları ile dağıtmalarının bir anlamı vardır. O yüzden yazarın iddia ettiği gibi “Türk milliyetçiliği siyasetini savunmak, hem içeride hem dışarıda olumsuz etkiler yapabilirdi” yargısı anlamsızdır çünkü bu hareket dışarıda hem siyasi çevrede hem de akademik alanda zaten “Milliyetçiler” “Kemalistler”, “Türk Milliyetçileri” olarak tanımlanmaktadır. Çünkü bu mücadele zaten siz kabul etmeseniz de işgallere karşı direndiği, bağımsızlığı savunduğu ve kadronun ideolojisi bilindiği için “Milliyetçidir.” İşgalciler için milliyetçilik elbette olumsuzdur. Zaten milliyetçi olmayan İslamcılar ki saltanat ve çevresini bu zümreden kabul edebiliriz, işgale direnmiyorlardı aksine bunu savunuyorlardı. Kısacası Atatürk ve arkadaşlarının işgalcilerin ve yabancıların “aman bizi milliyetçi bilmesinler” gibi bir kaygıları söz konusu değildi.

İşte bu iki birbirine zıt olgunun bize gösterdiği İstanbul’un temsil ettiği iktidar için halkın, devletin, bağımsızlığın, vatanın bir değeri yoktur.

Mustafa Kemal’in temsil ettiği direniş grubu Türk Milliyetçisidir. Aktörlerinin kendilerini bu sıfatla “o süreçte” anmaması eylemi harekete geçiren, psikolojik, ideolojik dinamiklerin milliyetçilik olduğunu, milliyetçikten kaynaklandığını inkar etmek mümkün değildir.

***

Yazarın saydığı kelimler de bu Hareketin bir Türk Milliyetçiliği hareketi olduğunun mütebariz bir ifadesidir. Türkiye 707 kere kullanılırken Vatan 712 kere kullanılmıştır. Osmanlı 400 kere kullanılması bir hakikati gösterir. Devletin adının yani Osmanlı’nın devletin adı olmayan Türkiye’den neredeyse yarı yarıya az kullanılması bir milliyetçilik, bir milli devlet ifadesi olan Türkiye adının öncelenmesi milliyetçiliğin bir tezahürüdür. Aynı şekilde vatan kavramı da milli devlet gibi modern bir olgudur ve milliyetçiliğin bir cüz’üdür. Milli Devlete bağımlı bir anlam ve işleve mündemiçtir. Milletin kurulduğu devlet sınırları ile belirlenen bir mekân. Modern bir olgu olarak vatanseverlik üzerinde Mücadeleyi yürütenlerin eyleminin hareket ettirici motorunun milliyetçilik olduğu görülüyor. Ortaklığı sağlayan bu mantık düzleminde İslam değil bunun dışında bir güç. “Coğrafyadan vatana” milliyetçilikle geçilir. Bu bağlamda Milli Mücadele’de Misak-ı Milli neresidir? Müslümanların yaşadığı yer mi, yoksa Müslümanların bulunduğu her yer mi? Elbette bu stratejik sorunun yanıtı, Türk kimliğinin varlığı ile belirlenen sınırdır. Müslümanların yaşadığı coğrafya ile değil. Aksi durumda bütün Ortadoğu, Afrika, Asya, Kafkasya dahil olurdu. Niye dahil değildi, sorusunun yanıtı Milliyetçiliğin ifade edilmeyen “eylem gücü”nün bir göstergesidir.

Türk Ocakları bu süreçte desteklenirken, Kürt Teali Cemiyeti’nin kapatılması hem de Kürtlerin yoğun olduğu şehirlerde kapatılması etnik ayrılıkçılık güden yapıların tasfiyesidir ve demek ki Milli Mücadele sıradan bir işgal karşıtı mücadele değil aynı zamanda bir inşa faaliyeti olduğunu gösterir. Yeni siyasi egemenlik alanında Osmanlı’nın meşru gördüğü yapılara yer yoktur. Atatürk’ün söylemleri incelendiğinde görülür ki, sık sık Kürt ayrılıkçılar uyarılır ve tedbir alınır. Bunlarda ifade edilmese de verili Türk milleti adına yapılır. “Bizi destekleyin” ifadesindeki “Biz” kimdir? Müslümanlar mı? Elbette değil. Biz Türk milletini ifada eder. Bir başka anlamı da Kürtlerin “vatan için”, “devlet için”, “millet için” topyekûn bir mücadeleye girmediğidir. Çünkü güçlü aşiret ve tarikat yapılanmalarına bağlı Kürtler bu baştaki şeyh ve ağaların emriyle hareket etmektedir. Milli Mücadelenin başlangıcında Koçgiri isyanı çıkar. Amaç bir Kürdistan kurmaktır. Büyük Mücadeleye ciddi bir engeldir bu isyan ve

devamı da gelecektir. Bu sebeple Atatürk Kürtlerle özel olarak ilişki kurar. Çünkü burada etnik bir dava güdülmektedir.

Bu olgu üzerinde düşünmek lazım. Mili Mücadele etnik değil, milli bir meseledir ve bölücü bütün yapılar tasfiye edilmiştir. Bu tasfiyeler etnik bölücü olduğu için tasfiye edildi. Osmanlı devletinin izin verdiği Kürt Teali Cemiyeti gibi örgütlere Milli Mücadele’nin önderlerinin izin vermemesi ve kapatması, üyeleri ile mücadele yürütmesi büyük Mücadelenin nasıl bir zeminde yürütüldüğünün açık tezahürüdür. Kürtçü yapılar tasfiye edildi.

Aynı şekilde Anadolu’nun Konya, Yozgat, Marmara gibi bölgelerinde de isyanlar çıkmıştır ama bu isyanlar etnik bir dava değil bizatihi İstanbul hükümetinin çıkarmış olduğu dinbaz nitelikli isyanlardır. Bu isyanlar üzerinde düşünmek gerekiyor. Sözde egemen Osmanlı devleti kendi egemenlik alanında “isyan” çıkarmasının anlamı nedir? Bir devlet kendi egemenlik alanında isyan çıkarması ciddi bir paradoks oluşturur. Fakat bunları kendi egemenlik alanı dışında düşünürseniz normal görürsünüz. Demek ki Osmanlı devleti Anadolu üzerindeki egemenlik haklarından çoktan vazgeçmiştir. Burada yeni bir devlet neşet etmektedir.

İddiaya göre, Kurtuluş Savaşı Türk Milliyetçiliğine dayanmıyor. Delili de, Atatürk’ün eserlerinde geçen “Türk” sözünün tekrarlanma oranı. İstiklal Marşı’nda Türk sözünün geçmemesi olarak gösterilmiş. Milli Mücadele döneminde geçen “Türk Milleti” söyleminin geçmemesi acaba bu mücadelenin Türk milliyetçiliğine dayanmadığının bir göstergesi olabilir mi? Ayrıca Türk demek Milliyetçilik demek midir? Velev ki doğru kabul edelim. Peki Türk sözü geçmiyor da diğer etnik kimlikler yok mu oluyor? Mesela Kürdistan kurulması girişimlerini neyle açıklayacağız. Resmi olarak ABD, İngiltere gibi devletlere bir Kürdistan kurma talebini ileten ve Sevr Anlaşmasında kabul görmesini “Millet” kavramının neresine koyuyoruz? Önemli sorular.

Kurtuluş Savaşı’nın Türk Milliyetçiliğine dayanmadığının bir kanıtı olarak gösterilen ve “Türk” sözünün geçmediği İstiklal Marşı’nda, Mehmet Akif, sık sık geçen “millet” ile kimi kastediyor? “Irk” sözü ile hangi ırk kast ediliyor? “Yurt” sözü ile hangi yurt dile getiriliyor? Yazarın, cevabı içinde, bu sorulara cevabı nedir?

Bu sorulara cevap vermek kolay değil yazar açısından. Cevaplarını kendisi de biliyor. Peki neden böyle bir yazı yazma gereği duydu? Esas mesela bu.

Türk sözüne kimliğine abartısız bir “kin ve nefret” duyulduğu maalesef Türk(iyeli) aydının belirgin vasfıdır. Kozmopolit karakterli İslamcı ve Sosyalist aydınlar ile bir kısım liberal

aydınlardaki Türk karşıtlığının sebeplerinin çeşitli kaynakları vardır. Biz bu aydınları iki ciltlik Nominalist Aydınları Soykütüğü çalışmalarımızda yazdık. Türk kimliği karşıtlığına son verilmediği sürece konuyla bağlantılı her yazılan gömleğinizin üç düğme birden yanlış iliklemeye başlanması demektir. İstikametinizi tutturamazsınız. Yazıdaki tutarsızlıklar ve dayanaksız argümanlar bu Türk karşıtlığı tespitini yaptıktan sonra daha iyi anlaşılır.