UNUTULMASIN!

Sedat SERDAROĞLU

Aylardan Eylül; sanki mevsim adı gibi, güz başı…

Nazlı mı nazlı; gitmek istemeyen sıcak, görünüp kaybolan serinlik, okul telaşlarımız, el birlik kışlıklar hazırlayışlarımız… Eyvah kış geliyor der gibi bir ay işte.

Hep hüzünlü gelmiştir bana Eylül. Kim bilir belki yaz bittiğindendir, belki günlerin kısalığından. Belki de karanlığında uyandığım o melun sabahın ürpertisidir.

12 Eylül 1980.

Babamın “kalkın ihtilal olmuş” diyerek bizi uyandırdığıdır ilk aklımdaki. Çocuktum, ne bileyim ihtilal nedir, ne değildir. Babamın sesi endişeliydi, korktum. Radyoyu açtık hemen, kahramanlık türküleri çalıyordu. Severim ya kahramanlık türkülerini; içim rahatladı biraz. Fakat öğle vakti televizyonda gördüğüm o surat ve ses tonu geri getirmişti endişelerimi. İhtilalin acı yüzüyle tanışmam ise öğretmenim Aydın Demirkol’un işkencede ölüm haberiyle olmuştu.

Sonradan öğrendik nasıl bir devranın başıdır 12 Eylül dedikleri. “Kardeş kavgasına son vermeye geldik” diyenlerle seyirci kalanların aynı olduğunu. Takvimin o melun yaprağına çentiği önceden attıklarını ve ellerini ovuşturarak beklediklerini, isnatları hazırlayanların, urganları çoktan yağladığını öğrendiğimiz gibi, hep sonradan duyduk olup biteni. Duydukça kahrolduk, insanlığımızdan utandık.

Lakin 12 Eylül’ü asıl işkencehanelerde kan kusan, yaşadıkları bir ömür belleklerinden silinmeyecek o acıları yaşayan nesilden dinlemek lazımmış. Vakti erince dinledik ve daha bir perçinlendi kinimiz.

Yedikleri dayağı, Filistin askısını, elektrik işkencesini, copu anlattılar utanıp sıkılarak. Yapanların ar etmediklerinden anlatanlar utandı. Bir de biz; onlar inim inim inlerken biz rahat yatağımızda yattık diye.

Ne yaşananlar o günlerde kaldı, ne bekleyenler atlatabildi hayatlarının üzerinden silindir gibi geçen Kara Eylül’ü. Kimi canından oldu, kimi evladından, kimi aklından, kimi sağlığından.

Yaşananlar unutulmasın diye birkaç örneği not düşmek istiyorum.

Ahmet Göktürk; on üç yıl yatıyor ceza evinde. Çıkınca evleniyor ama iş yok. Hasta olan karısını parasızlıktan tedavi ettiremiyor ve kaybediyor. El kadar çocukla kalakalıyor orta yerde. Bebek bu, acıkıyor ağlıyor ama biberondan süt emmiyor bir türlü. Ahmet ne yapsın? Son çare gömleğini çıkarıp biberonu göğsüne yaslıyor. Neyse ki bebek babasının teninin sıcağına kanıp emiyor biberonu. Sütten kesilinceye kadar öyle besliyor evladını.

Kadir Akçil; Sivaslı, idam hükmü alıyor. Fakat meselenin garip tarafı görüş gününde gelen çocuklarına çok kötü davranması. Neden böyle davrandığını sorduklarında cevabı: “Çocuklarım beni sevmesin, kötü bilsin ki ben ölünce üzülmesinler.” oluyor. Tam on bir yıl idam bekliyor. On bir koca yıl. Aklını yitirir insan.

Mahmut Yaraş; Karı koca ceza evindeler. Çocukları ninelerinin elinden tutup görüşe gelmişler. Sadece görebiliyorsun demir parmaklıkların arkasından o kadar. Sarılmak koklamak yasak. Gardiyan

merhametli biri olsa gerek, babaya sarılabilsin diye içeri alıyor çocukları. Fakat çocuklar içeri girince ne görsünler, küçük kız kulağından boynuna kadar kan içinde. Telaş geçince anlıyorlar olup biteni. Meğer gardiyan şakacıktan “Küpeni verirsen babanı bırakırım” demiş. Çocuk bu inanmış, çekmiş küpesini kulağından çıkarmış yavrucak.

Fazla söze gerek var mı?

Zaman geçince unutulur mu yaşananlar?

Mamak, C-5, kan kokan duvarlar, darağacındaki fidanlar…

Yerine konur mu kırılıp dökülenler?

12 Eylül 1980.

Bu tarihi unutmayın zira yaşayanlar unutmadı.

İnandıkları mukaddesat uğruna darağacında kırılan, işkencehanelerde gençliği solan, evladını, babasını umutla bekleyen velhasıl çile çeken herkese sonsuz selam ve saygılarımı sunuyorum.