Gölcüklü Şerife Ana

Gölcüklü Şerife Ana

Gölcük Eski Belediye Başkanı Ercan ÖZTÜRK Gölcüklü Şerife Ana'yı yazdı.

A+A-

Kırk yıl öncesinden miras kalan kerpiç evin, yola bakan iki penceresinin birinden avazı çıktığı kadar bağırdı Şerife Ana.

‘’Ali Muzafer, her seferinde benim tarlanın ortasından niye geçiyon? Ya düp düzgün yoldan git, ya da tarlanın kenarından dolan. Bak pekiştiriyon toprağı.’’

Ali Muzaffer başını bile kaldırmadan sağ eliyle hadi oradan der gibi bir işaret yaparak, yeni sürülmüş tarlanın büyük tezeklerine basmadan yürüyüşünü sürdürdü.

Dağın eteğine yaslanmış, köy merkezine yayan olarak yarım saatlik mesafede küçük bir mahallede oturuyordu Şerife Ana. Yıllardır bu evde yalnız yaşamış, öldü mü yoksa hala yaşıyor mu olduğunu bilemediği kocasının bir gün geri döneceğinden umudunu da kesmişti. ‘ Alamanya’ya gidiyorum’ diye son cemrenin toprağa düştüğü gün yola çıkmıştı kocası. Sonra ne gören ne de duyan olmuştu nerede olduğunu. Yaşı altmışaltıya gelmiş, yalnız yaşamaya alışmıştı. Bu yaştan sonra geri dönse ne olur dönmese ne olurdu. Neredeyse yarım asır geçmişti kocasız.

Otuz altı yaşındaydı Şerife Ana bir sabah kendini aynada avurtları çökmüş, saçları ağarmış, yüzünde derin kırışıklıklarla gördüğünde. Bir gecede bunun nasıl olduğunu şaşarak, ‘Hey gidi Goca Allah’ın işine, gız bu ben miyim’ demişti. Ama sonraki otuz yıl hiç yaşlanmamıştı Şerife Ana.

İki katlı evin, alt katını ikiye ayırmış; bir gözünü kümes ve samanlık yapmış, diğer gözünde ise biri yakında doğum yapacak olan, iki ineği barındırıyordu. İkiz buzağıları olacaktı, baytar öyle demişti. Baytara ücretini ödedikten sonra bir sepet de yumurta koyuvermişti sevincinden. ‘Bu da müjdelik’ demişti. Her yıl bir düve satıp öyle sağlıyordu geçimini. İlk ineğini, baharın köylülerin tütün dikimi ve kırım işinden sonra diğerini de güzün Selçuk Ovası’na pamuk toplamaya gittiğinde kazandığı paralarla almıştı. Ah o Selçuk Ovası yok mu! Ne çok sivrisinek olurdu orada. Genç kızlığında ilk defa pamuk toplamaya gittiğinde sivrisinekler kanını, orada tanışıp sevdalandığı kocası da ömrünü emmişti Şerife Ana’nın. İki ineğinin yanında, yirmi kadar tavuğu ile hemen evin karşısında, yolun alt tarafında hükümet dönümüyle beş dönüm tarlasından başka hiç bir şeyi yoktu. Şerife Ana işlerini bitirdi mi gelir pencereye oturur, arada bir yoldan geçen komşularla konuşur çoğu zaman da tarlasına ektiği mahsullere bakıp kendisiyle gurur duyardı.

Ali Muzaffer ise çalışmayı sevmeyen, kahvaltısını yapınca köy kahvehanesine oyun atmaya giden altmışlarında kel kafalı biriydi. Köylüler onun muzipliğinden ve pratik zekâsından hoşlanır, birçok konuda palavra attığını bildikleri halde onu keyifle dinlerlerdi. Kahvehaneye yayan gidip geldiğinden daha kestirme diye patika yolunu kullanıyor, düzlüğe çıkınca da tarlanın
 
etrafından dolanmaya üşeniyordu. ‘Koca tarlayı dolanmanın ne âlemi var’ diye mırıldandı. Aslında biraz da seviyordu Şerife anayı kızdırmayı. Tarlasının tam ortasındayken Şerife Ana gene seslendi.

‘’Ali Muzafer duymazdan geliyorsun ama bir daha tarlamın içinden geçersen mahkemeye veririm. Sen de mapusa girer, çıkacağın güne kadar gözlerini ışıldatır durursun demir parmaklıklar arkasından.’’

‘’Tabi canım, zaten devlet ilçedeki hakimi, savcıyı Şerife Ana şikayet ederse, Ali Muzaffer’i içeri atsınlar diye tayin etmişti’’ diye alaycı bir şekilde cevap verdi.

‘’Gidip Aydıl hocaya bir dilekçe yazdırmaya bakar o dediğin.’’

Aydıl hoca dediği, kendisiyle aynı yaşta olan köyün emekli öğretmenlerinden Adil Hoca idi. Adil Hoca, aynı zamanda Şerife Ana’nın öğretmeniydi. Şaşırdınız mı? Şaşırmayın. Seksen ihtilalinden sonra ülke genelinde okuma-yazma seferberliği başlatılmıştı. Okuma-yazma bilmeyen koca koca kadınlar mahallede her gece bir evde toplanıyor devletin görevlendirdiği öğretmenler de bunlara okuma yazma öğretmeye çalışıyordu. Cahil değildi Şerife Ana, sadece okuması yazması yoktu. Çünkü onun zamanında kız çocukları okuma-yazma öğrenirse erkeklere aşk mektubu yazarlar diye kimse okutmuyordu çocuklarından kız olanı. Kursun sonunda okuma yazma öğrenen olmamıştı ama hepsine birer ‘Okur-Yazar’ diploması verilmişti.

‘’Bak sakın unutma’’ diye de seslendi tarlasının sınırından çıkıp sokak yoluna girmek üzereyken Ali Muzaffer’in arkasından.

Bu olayın ardından çok geçmeden bir sabah tavukların yemini verip, ineğin de sütünü sağdıktan sonra pencere kenarındaki yerini aldı yine Şerife Ana. Bulutlu bir hava vardı dışarıda, yağmur ha yağdı ha yağacaktı. Ona göre yağmur yağsa çok iyi olurdu, tarlaya buğdayı serpmiş Allah’ın rahmetini bekliyordu çünkü. Rahmet yağarsa bir de ineği sağ salim ikizleri doğurursa değme keyfine. Ama o da ne? Ali Muzaffer gene kahvehaneye gidiyordu hem de ekili tarlasının içinden. Canı sıkıldı, ama pencereye açıp da hiç ses etmedi. Ali Muzaffer gözden kaybolduktan sonra evde bulduğu boş gofret kutusunun içine bir kat yumurtaları döşedikten sonra üzerlerine ince samanla örtüp bir kat daha yumurta sonra saman sonra bir kat daha yumurta döşeyip giyindi kuşandı o da köyün yolunu tuttu.

‘’Ben konuşurum Ali Muzaffer’le’’ dedi Adil hoca ve ekledi ‘’Bunun için mahkemeye mi gidilir? Hem niye yumurta getirdin ki? Bizim de var tavuklarımız, elin boş olarak da gelebilirsin buraya.’’

‘’Aydıl Hoca yazı verceksen yazıver, yoksa ben ilçede arzuhalcilere yazdırmasını bilirim dilekçeyi.’’
 
Bunun üzerine Adil Hoca, sık sık şeridi sıkışan 1976 model Olivetti marka daktilosunu kutusundan çıkarıp, olayları Şerife Ana’nın anlattığı gibi yazdı şikâyet dilekçesine. Sonra da ıstampaya mürekkep ilave edip ‘’Uzat bakalım Şerife sol elinin başparmağını’’ dedi. Parmak mührü kurusun diye bir müddet üfürdükten sonra ‘’Al bakalım, bunu ilçe savcılığına ver’’ diye de salık verdi.

Dilekçeyi eline alıp sanki okuma yazma biliyormuş gibi dikkatlice bakarken sormuştu kadıncağız:

‘’İçeride ne kadar yatar bu dilekçeyle?’’

Adil Hoca gülümseyip, şakadan ‘En az üç ay yatırırlar’’ dedi.

Dilekçeyi katlayıp gözleri iyiyken kendi elleriyle ördüğü hırkasının cebine sokarken, Adil Hoca’nın bunu latife olsun diye söylediğini anlamadı ‘İyi, üç ay aklını başına getirir onun’ diye mırıldandı.

Şerife Ana dilekçeyi savcılığa verdikten bir ay sonra çağırmışlardı mahkemeye onları. Mahkeme günü sabah erkenden kalkmış namaza durmuştu. Çok olmuştu namaz kılmaz olmalı, Allah’a kendisine yazmış olduğu kötü kaderi için yıllarca dargın kalmış, ama ikiz buzağısı olacağını öğrendiğinden bu yana adını anmaya başlamıştı. Belki ineklerin kokusu üzerime sinmiştir diye kolonya dökünmüş bayramlık elbiselerini de giyip öyle düşmüştü yollara.

Mübaşir isimlerini okuduktan sonra mahkeme salonuna girdiğinde, dizleri tutmaz olmuştu Şerife Ana’nın. Çok yıllar öncede böyle olmuştu dizleri, sevdiği erkek pamuk tarlasının alt tarafındaki dere yatağında onu öperken. Kenarları oya işlemeli papatya desenli beyaz yemenisini düzelttikten sonra, nasır tutmuş kınalı ellerini nereye koyacağını bilemedi bir süre. Önce iki yanına uzattı, baktı olmayacak namaza durmuş gibi ellerini göğsünün üzerinde birleştirdi. Hakim eğilmiş dosyayı okurken bu sefer de erkeklerin namaza durduğu gibi göbeğinin hemen altında birleştirdi. Bu sefer olmuştu ‘Tamam böyle durayım’ dedi içinden.

Cübbeli iki kişi duruyordu kürsüde, hangisi savcı, hangisi hakim bilemedi ama daha aşağıda önünde daktilo olan hanımın katip olduğunu tahmin etmişti. Ali Muzaffer ona göre kürsüye daha yakın konumda duruyordu. Bir müddet kimseden ses duyulmadı. Önündeki dosyayı okuyan hakim, başını kaldırıp Şerife Ana’ya

‘’Böyle bir konu için Yüce Türk Adaletini meşgul etmeye hakkın var mı?’’ dedi.

Şerife Ana hakimin ne demek istediğini anlamaya çalışırken, Ali Muzaffer hakimin kendisini haklı çıkardığını düşünüp bir an boş bulundu, kürsüye yaklaşıp alçak bir ses tonuyla,
 
‘’Hakim Bey, ben bu orospuya onca dedim Yüce Türk Adaletini boş şeylerle meşgul etmeyelim diye.’’

Bir anda yüzü donan Hakim, öfkesini tamamen belli eden ses tonuyla parmağını Ali Muzaffer’e doğru uzatarak ‘Tutuklasınlar bunu, mahkeme huzurunda bir kadına hakaret etmekten’ dedi mübaşire. Sonra da Ali Muzaffere dönerek ‘’Üç ay içerde kal da aklın başına gelsin’’ diye de ekledi.

Şerife Ana, Ali Muzaffer’in ona orospu dediğini duymamıştı, ama Adil Hocanın üç ay mapus yatırırlar lafı aklına gelmişti. Ne de olsa muallim adamdı Adil Hoca nasıl da bilmişti?

HABERE YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.