Bir Zihniyetin Dışavurumu
İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ VE DEMOKRATİK RETORİĞİN İSTİSMARI
DEM Partili Pervin Buldan, terörist başı Abdullah Öcalan’ın İmralı görüşmesinde medyayı eleştirdiğini belirterek, sürece karşı çıkan yorumlara iktidarın müdahale etmesi gerektiğini söyledi. DEM Partili Buldan'ın bu sözlerine gazeteciler tepki gösterdi. DEM Parti Sözcüsü Ayşegül Doğan ise gazetecilerin verdiği tepkiler sonrası yaptığı açıklamada, "Düşman' kalmakta ısrarcısınız! Süreci anlamanızı, empatiyle yaklaşmanızı, barışa el uzatmanızı ya da omuz vermenizi beklemiyoruz" dedi.
Buldan’ın bu sözleri insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü ile demokrasi açısından incelendiğinde, temel sorun “ifade özgürlüğüne müdahale çağrısı” meselesinde yoğunlaşmaktadır.
İfade özgürlüğü açısından Pervin Buldan’ın “sürece karşı çıkan yorumlara iktidarın müdahale etmesi gerektiği” yönündeki açıklaması, doğrudan ifade özgürlüğünün sınırlarını zorlayan bir söylemdir. İfade özgürlüğü, demokratik toplumun temelidir ve yalnızca “hoşumuza giden” veya “katıldığımız” görüşleri değil, rahatsız edici, eleştirel veya karşıt görüşleri de kapsar. Bir siyasetçinin, özellikle de parlamentoda temsil edilen bir partinin sözcüsünün, medyadaki görüşlere yönelik iktidar müdahalesi talep etmesi; devletin eleştirel düşünceleri sansürlemesi anlamına gelir ki bu, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 10. maddesi ile güvence altına alınan ifade özgürlüğüne aykırıdır. Bu tür bir çağrı, demokratik sistemlerde özgür basının ve çoğulcu tartışma ortamının zedelenmesine yol açar.
İnsan hakları bağlamından bakıldığında, herkesin düşüncesini açıklama, yayma ve eleştirme hakkı vardır. Bir politikacının, “sürece karşı çıkan yorumlar”a devlet müdahalesi istemesi, düşünceyi bastıran ve farklı görüşlerin meşruiyetini sorgulayan bir anlayışı yansıtır. Bu yaklaşım, düşünce özgürlüğünün özünü zedeler. Çünkü düşünce özgürlüğü, yalnızca belli bir politik çizgiyi savunanlara değil, o çizgiye karşı çıkanlara da tanınmış bir haktır. Bu durum, Türkiye’de hâlihazırda kırılgan olan ifade özgürlüğü atmosferini daha da daraltma riski taşır.
Demokrasi ve çoğulculuk açısından demokratik bir rejim, farklı fikirlerin bir arada, özgürce var olabildiği bir çoğulculuk düzeni üzerine kurulur. Buldan’ın açıklaması, demokrasi yerine tek sesliliğe yaklaşan bir bakış açısını ima eder. “Sürece karşı çıkan yorumlar”ın bastırılması, demokratik müzakerenin temelini oluşturan eleştirel kamusal alanı yok eder. Bir demokraside, iktidar veya muhalefet fark etmeksizin hiçbir siyasî aktör, “hangi düşüncenin meşru, hangisinin yasak” olduğuna karar veremez. Bu tür bir yönelim, otoriter eğilimlerin önünü açar ve politik çoğulculuğu zayıflatır.
Medya ve demokratik denetim açısından haberde yer alan “gazetecilerin tepki göstermesi” kısmı, demokratik toplumun kendini koruma refleksi olarak değerlendirilebilir. Basın, yalnızca iktidarı değil, muhalefeti de eleştirebilir; çünkü demokratik düzen, her türlü gücün şeffaf biçimde denetlenmesine dayanır. Gazetecilerin bu açıklamaya tepki göstermesi, ifade özgürlüğünün doğal kullanımıdır ve kamusal tartışmanın sağlıklı işlemesi açısından önemlidir.
Buldan’ın bu sözleri, Türkiye’deki siyasî aktörlerin ifade özgürlüğü kültürüne yaklaşımında yaşanan yapısal bir sorunu ortaya koyuyor. Farklı görüşlere tahammül eksikliği ve eleştirel medyayı “düşman” veya “engel” olarak görme eğilimi, hem demokratik olgunluğu hem de insan hakları bilincini zedeliyor.
Demokratik bir toplumda doğru olan tutum, eleştiriler, devlet müdahalesiyle değil, karşı görüşün özgürce ifade edilmesiyle yanıtlanmalıdır. “Barış süreci” veya benzeri politik süreçler, açık tartışma ortamında meşruiyet kazanabilir; sansür veya müdahale çağrılarıyla değil.
Sonuç olarak bu açıklama, ifade özgürlüğü ve demokrasi ilkeleriyle çelişen, devletin medya üzerindeki baskısını meşrulaştırabilecek bir yaklaşım sergilemektedir. Gazetecilerin tepkisi ise, demokratik sistemin temel unsuru olan eleştirel basın geleneğini temsil eder. Dolayısıyla olay, Türkiye’deki ifade özgürlüğü ve demokratik çoğulculuk bilincinin sınandığı bir örnek olarak değerlendirilebilir.
Temeldeki Çelişki
Peki niçin bireysel ve politik söylemlerinde “demokrasi”, “insan hakları”, “ifade ve düşünce özgürlüğü” sloganlarını söylemlerinin merkezine yerleştiren bir parti ifade ve düşünce özgürlüğünün kısıtlanmasını hatta yasaklanmasını ister?
Kanımca bu çok önemli ve yerinde bir sorgulamadır. Evet, “demokrasi ve insan haklarını” savunan bir partinin sözcüsünün, düşünce ve ifade özgürlüğünün sınırlandırılmasını istemesi ciddi bir çelişki oluşturur. Bu durum yalnızca ideolojik bir tutarsızlık değil, aynı zamanda demokratik değerlerin araçsallaştırılması, yani “demokrasinin istismarı” olarak da yorumlanabilir.
Bu çelişkiyi anlamak için üç düzeyde incelemek mümkündür:
1. İlkesel Düzeyde: Demokrasi, ancak eleştiriyle yaşar. Demokrasi, yalnızca seçimlere indirgenmiş bir mekanizma değildir; aynı zamanda çoğulculuğun, eleştirinin ve özgür basının varlığıyla anlam kazanır. Bir siyasî aktör, “demokratik hak ve özgürlükleri” savunurken, bu özgürlükleri yalnızca kendisiyle aynı düşünenler için talep ediyorsa, artık demokrasi değil, araçsal bir iktidar stratejisi söz konusudur. Yani, “Bizim düşüncemiz özgür olmalı, ama bizi eleştirenler susturulmalı” yaklaşımı, demokratik değil hegemonik bir tutumdur. Bu tavır, liberal-demokratik sistemin özünü, yani düşünce çeşitliliğine saygıyı ihlal eder.
2. Siyasî Strateji Düzeyinde: Bütün varlığını mağduriyet retoriği üzerine inşa eden DEM’in bu retoriğinin tersine dönüşü söz konusudur. Türkiye’de özellikle kimlik siyaseti yürüten partiler, uzun yıllar boyunca “ifade özgürlüğü kısıtlandı, düşüncelerimiz bastırıldı” argümanını kullanarak meşruiyet inşa ettiler. Ancak aynı gruplar, baskıdan özgürleştiğinde aynı araçları karşıt görüşleri susturmak için kullanmaya başlıyorsa, bu durum bir mağduriyet retoriğinin iktidar aracına dönüşmesi anlamına gelir.
Bu, siyasî olarak şu çelişkiyi yaratır: Dün “yasaklara karşı özgürlük” diyen bir parti, bugün “bizim görüşümüze karşı çıkanlar yasaklansın” diyorsa, artık demokrasiye değil, kendi ideolojik konfor alanına sahip çıkıyordur. Bu, demokratik dilin ahlâkî meşruiyetini aşındıran bir tavırdır.
3. Normatif Düzeyde: bu söylemde demokrasi kültürünün içselleştirilememesi gerçeği vardır. Demokratik kültür, yalnızca hak talep etmekle değil, başkalarının da o haklara sahip olmasını kabul etmekle oluşur. Yani bir siyasî hareket, kendisini eleştirenleri bastırmak istiyorsa, o zaman demokrasi yalnızca bir araç, yani “iktidara ulaşmak için kullanılan geçici bir söylem” haline gelmiştir.
Bu tür durumlarda demokrasi, içeriği boşaltılmış bir kavrama dönüşür. “Demokrasi benim düşüncemin egemenliği demektir.” Bu anlayış, çoğulculuğu yok eder ve sonunda herkesin birbirini “demokrasi dışı” ilan ettiği bir siyasî kaos yaratır. Demokrasi, istismar edildiğinde kendi zıddına dönüşür. Evet, bir parti sürekli demokrasi ve insan haklarından söz edip, sonra düşünce ve ifade özgürlüğünü kısıtlama çağrısı yapıyorsa, bu demokratik meşruiyeti istismar etmektir. Bu durumun bazı sonuçları vardır. Demokrasi biçimsel olarak sürer (seçimler, partiler, parlamento vardır), ama demokratik zihniyet kaybolur. İfade özgürlüğü yalnızca “bizim görüşümüz” için geçerli olur. Gerçek demokrasi, rahatsız eden seslere tahammül edebilmek demektir. Bu tahammül yoksa, demokrasi yalnızca bir etiket olur — içi boş, sembolik ve kendi zıddına dönüşmüş bir yapı.
Demokratik Retoriğin Araçsallaştırılması
“Demokratik retoriğin araçsallaştırılması” kavramı üzerinden, sorunu derinleştirebiliriz. “Demokratik retoriğin araçsallaştırılması” ifadesi, demokrasiye ait kavramların —özgürlük, çoğulculuk, eşitlik, insan hakları, ifade özgürlüğü gibi— ilkesel değil, araçsal biçimde kullanılması anlamına gelir. Yani bir siyasî özne, bu kavramları, meşruiyet devşirmek, toplumsal sempati kazanmak, ya da mevcut düzen içinde kendine alan açmak için kullanır; fakat iktidar veya nüfuz kazandığında aynı kavramları kendi karşıtlarını susturmak için bir kalkan haline getirir.
Bu, demokrasinin değer olarak değil, strateji olarak görülmesi anlamına gelir. Dolayısıyla burada demokrasi, bir hedef değil, bir araçtır.
Bu durum siyaset teorisinde farklı biçimlerde tartışılmıştır. Örneğin, Claude Lefort, demokrasiyi “boş bir iktidar yeri” olarak tanımlar; çünkü demokratik düzende kimse “mutlak hakikatin sahibi” olamaz. Ancak bir siyasî hareket bu boşluğu tek bir ideolojik söylemle doldurmak isterse, o zaman demokrasi kendi doğasına ihanet eder. Yani demokratik söylem, “hakikatin çoğulluğunu” değil, “tek bir hakikat iddiasını” taşımaya başlar.
Chantal Mouffe’un “agonistik demokrasi” yaklaşımına göre, gerçek demokrasi çatışmanın bastırılmaması, tersine meşru biçimde sürdürülmesiyle mümkündür. Fakat demokratik retoriği araçsallaştıran aktörler, bu çatışmayı meşru değil “düşmanca” görür; eleştiriyi ihanet veya düşmanlık olarak nitelendirir. Bu durumda siyasî alan, “biz” ve “onlar” ayrımına indirgenir; düşünce çoğulluğu, sadakat testine dönüşür.
Türkiye’de “demokratik retoriğin araçsallaştırılması”, hem iktidar hem muhalefet bloklarında sıkça gözlemlenen bir olgudur. DEM Partili Pervin Buldan’ın açıklaması bu olgunun tipik bir örneğidir. Parti söylemi genellikle demokrasi, insan hakları ve ifade özgürlüğü vurgusuna dayanır. Ancak “sürece karşı çıkan yorumlara iktidarın müdahale etmesi gerektiği” yönündeki açıklama, bu ilkeleri yalnızca belirli bir ideolojik çizginin sınırları içinde geçerli saydığını gösterir. Böylece demokrasi, karşıt fikirlerin susturulması için bir meşruiyet zırhına dönüşür.
Bu durum yalnızca etik bir çelişki değil, aynı zamanda demokratik kültürün yüzeyselliğini de açığa çıkarır. Demokratik retoriğin yüzeydeki söylemde güçlü olması, demokratik zihniyetin derinleştiği anlamına gelmez.
Araçsallaştırmanın en somut göstergesi, ifade özgürlüğünün seçici biçimde savunulmasıdır. Kendisini destekleyen medyanın, sanatçının, akademisyenin düşüncelerine “özgürlük” talep edilir, ancak karşıt düşünceler “provokasyon”, “düşmanlık” veya “barış sürecine zarar verme” gerekçesiyle bastırılmak istenir. Bu seçicilik, demokratik hakların evrenselliğini ortadan kaldırır. Demokrasi, bu haliyle “benim özgürlüğüm kutsaldır, seninkisi tehlikelidir” anlayışına indirgenir.
Demokratik retoriğin araçsallaştırılması uzun vadede, toplumda demokrasiye yönelik güvensizlik üretir. Vatandaş, demokrasi kavramının her grubun kendi çıkarına göre eğilip büküldüğünü gördüğünde, artık bu kavramlara ahlâkî veya siyasî bir ciddiyet atfetmez. Böyle bir ortamda, demokrasi, “kim daha çok mağdur” yarışına dönüşür. “Hak” ve “özgürlük” kavramları propaganda malzemesi haline gelir. Sonuçta siyasî sistem, biçimsel olarak demokratik kalır ama içerik olarak otoriter eğilimlerle dolu hale gelir.
Pervin Buldan’ın açıklaması özelinde görülen çelişki, sadece bireysel bir hata değil, Türkiye’de siyaset kültürünün genel bir sorununu yansıtır. Demokrasi, bir değer olarak değil, bir söylem olarak kullanılmakta; özgürlük kavramı ise ideolojik sınırlar içinde koşullu hale getirilmektedir. Bu, demokrasiyi istismar etmenin en rafine biçimidir. Demokrasi adına konuşurken, demokrasinin özünü yani farklı düşüncelerin yaşama hakkını ortadan kaldırmak.
Genel Değerlendirme
Bu sözler insan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğü ile demokrasi ilkeleri açısından birkaç temel boyut öne çıkar:
1. İfade Özgürlüğü Açısından Değerlendirme
Buldan’ın düşüncesi, hem siyasetçilerin hem de gazetecilerin ifade özgürlüğü alanının sınırlarını gündeme getirmektedir. Pervin Buldan’ın açıklaması, medyayı eleştirerek “sürece karşı çıkan yorumlara iktidarın müdahale etmesi gerektiğini” söylemesi bakımından ifade özgürlüğüyle çelişir. Bu tür bir yaklaşım, demokratik sistemlerde devletin veya iktidarın eleştirel görüşleri bastırmaması gerektiği yönündeki temel insan hakkı normlarına aykırıdır.
İfade özgürlüğü, özellikle çatışma, barış süreci veya terör konularında çoğulcu tartışmanın korunmasını gerektirir. Diğer taraftan, gazetecilerin tepkisi, demokratik toplumlarda basının denetim ve eleştiri görevinin doğal bir uzantısıdır. Gazeteciler, siyasetçilerin kamu yararını ilgilendiren beyanlarını eleştirme hakkına sahiptir. Bu tepkiler, ifade özgürlüğünün kullanımı olarak değerlendirilmelidir.
2. İnsan Hakları Perspektifi
İnsan hakları, düşünce ve ifade özgürlüğünü, devletin veya siyasî aktörlerin müdahalesinden bağımsız olarak güvence altına alır. Buldan’ın “iktidarın müdahale etmesi” çağrısı, bu hakların özüne zarar verir. Çünkü bu tür bir müdahale, devletin eleştirel sesleri susturması veya yönlendirmesi anlamına gelebilir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 19. maddesi, her bireyin “düşüncelerinden dolayı rahatsız edilmemesini” ve “her türlü bilgi ve düşünceyi araştırma, alma ve yayma özgürlüğüne” sahip olduğunu açıkça belirtir. Ayrıca söylemin tonu, siyasî kutuplaşmayı artırabilecek bir “biz ve onlar” dilini besler. İnsan hakları perspektifinde bu tür bir kutuplaştırıcı dil, kamusal tartışma ortamını zayıflatır ve farklı düşüncelerin barışçıl biçimde bir arada var olmasını zorlaştırır.
3. Demokrasi ve Çoğulculuk Bağlamı
Demokrasinin temel ilkelerinden biri, çoğulculuk ve farklı düşüncelerin serbestçe dile getirilebilmesidir. Buldan’ın “iktidar müdahalesi” vurgusu, çoğulculuk ilkesine aykırıdır, çünkü demokratik toplumlarda hükümetin veya herhangi bir siyasî otoritenin “doğru düşünceyi” belirleme yetkisi yoktur. Böyle bir anlayış, çoğunlukçu veya otoriter eğilimlerin işareti olarak değerlendirilebilir. Gazetecilerin ve medyanın tepkisi, demokratik denetim mekanizmasının bir parçasıdır. Basın özgürlüğü, yalnızca haber verme değil, iktidar ve muhalefet aktörlerinin söylemlerini sorgulama görevini de içerir. Dolayısıyla, gazetecilerin bu tür açıklamalara tepki göstermesi, demokrasinin işleyişine katkı sağlar.
4. Barış Söylemi ve Demokratik Hassasiyet
DEM Parti sözcüsünün “barışa el uzatmanızı beklemiyoruz” ifadesi, barış süreci tartışmalarında toplumsal uzlaşma arayışının yerini, karşıt konumların sabitleşmesine bırakabileceğini gösteriyor. Bu tür söylemler, barışın demokratik müzakereyle inşası yerine, “tek meşru pozisyonun” belirlenmesi riskini taşır. Demokratik toplumlarda barış, farklı kesimlerin özgürce tartışarak ortak bir zemin oluşturmasıyla sağlanır; karşıt görüşlerin susturulmasıyla değil.
Buldan’ın düşünceleri, Türkiye’de ifade özgürlüğü, medya özerkliği ve siyasî kutuplaşma ekseninde süregelen gerilimi yansıtır. Ayrıca, düşünce özgürlüğü ilkesine zarar veren müdahaleci bir söylem içerir. Gazetecilerin tepkisi, demokratik tartışma ortamının doğal bir sonucudur. DEM Parti sözcüsünün yanıtı ise siyasî pozisyonunu korumakla birlikte, toplumsal diyaloğu zorlaştıran düşmanlaştırıcı bir dil taşımaktadır. Dolayısıyla, olay genel olarak ifade özgürlüğü kültürünün zayıflığı ve demokratik diyalog kapasitesinin daralması sorunlarını ortaya koymaktadır. Gerçek bir demokratik ortamda, hem siyasetçilerin hem gazetecilerin karşılıklı eleştirilerini özgürce dile getirebilmeleri, fakat bu eleştirilerin devlet müdahalesi çağrısına dönüşmemesi gerekir.

