KÜLLERİNDEN SONRA
Eylül rüzgârı pencereye usulca çarpıyordu. Dökülen yapraklar, sokak lambalarının solgun ışığında yere serilmiş birer anı gibi titriyordu. Her biri, geçmişten bugüne sürüklenen, unutulmaya direnen bir zamane yankısıydı. Mevsim değişiyor, doğa yeniden şekil alırken insan kalbinin mevsimi hep geriden geliyordu.
Funda, otuz iki yaşında, dul bir kadındı. İki yıl önce eşini, bir trafik kazasında kaybetmişti. O an, zamanın durduğu, kelimelerin tükendiği, anlamın parçalandığı bir kırılmaydı. İnsan bazen yalnızca nefes almaya devam eder, ama yaşamayı unutur. Funda da öyle olmuştu. Acının tam ortasında durmuş, ardından hiçbir şeyi yarım bırakmamaya yemin etmişti. Ayakta kalmış, kendini toparlamış, kendi mimarlık ofisini kurmuştu. Başkaları onun gücünden söz ediyordu, ama kimse geceleri yastığına gömülen sessizliğini duymuyordu. Çünkü acı, en çok gece konuşurdu. Ve yalnızca kalbin en derin köşesinde duyulurdu.
O gün ofise gelen adam, Funda’nın kalbinde uzun süredir kapalı duran bir kapıyı araladı. Adı Erdal’dı. Kırk yaşlarında, inşaat mühendisi, yeni projeler için görüşmeye gelmişti. Tokalaşması sıkı ama nazikti; gözleri gülüyor, sesi güven veriyordu. Bu dünyada az şey insanı ses kadar etkiler. Bazı sesler, geçmişin çığlığına karşı sessiz ama derin bir cevap gibidir.
Toplantılar uzadıkça sohbetler artmış, proje konuşmalarının arasına kahkahalar, sonra da suskunluklar girmişti. O suskunluklar, kelimelerin yorgun düştüğü yerde ortaya çıkar. Ve bazen bir suskunluk, bir itiraftan daha gürültülüdür. Funda ürkmüştü, çünkü o boşluklar içinde bir şeyleri kıpırdatıyordu. Kalp, bazen en büyük cesareti kırılma korkusuyla sınar.
Bir kadının yeniden sevebilmesi kolay değildi. Hele ki geçmişin ağırlığı omuzlarında bir yük, ‘sadakat’ gibi kemiren bir gölgeyken. Sadakat, ölülere mi, yoksa hayata mı gösterilmeliydi? Bu soru, Funda’nın içinde yankılanıyordu. Kimi geceler aynaya bakıyor, “İzin versem, kalbim yine sever mi?” diye soruyordu. Ama cevap sessizlikti. Çünkü geçmişin yankısı, aşkın sesini bastırıyordu. Acı, bazen bir kimlik gibi yerleşir insana. Onsuz kim olduğunu unutursun.
Erdal sabırlıydı. Ona hiçbir şey dayatmadı. Aramadıysa sitem etmedi, geldiğinde ise gözlerinde aynı sıcaklıkla durdu. Bu da bir tür sevgi biçimiydi; varlığını zorlamadan sürdürebilmek. Bir gün Funda’ya, eski eşinin mezarına çiçek koymaya giderken eşlik etmek istedi. Kadın önce ne diyeceğini bilemedi. Sonra kabul etti. Çünkü bazı yollar, tek başına yürümek için fazla ağırdır.
Mezarlıkta çiçekleri toprağa koyarken Erdal eğildi, sessizce dua etti. Gözlerinde ne kıskançlık vardı ne de geçmişle yarışma arzusu. Sadece Funda’nın acısına saygı… Bu, kalbin en saf haliydi. Yarışmadan, dayatmadan, sadece var olarak sevmenin bir hali…
Ve o an, Funda ilk kez başını Erdal’ın omzuna yasladı.
Aşk, geçmişi unutturmaz belki. Ama yaraları kabuk bağlatabilir. Kayıplar silinmez, ama onların üzerine yaşam yeniden inşa edilebilir. Çünkü sevgi bir tesadüf değil, bir karardır. Bu kez Funda, aşkı bir ihtiyaç değil, bir seçim olarak kucakladı. Kendini tamamlamak için değil, kendini yeniden var etmek için sevdi. Çünkü insan ancak sevdiğinde, acıdan yapılmış duvarların ardına geçebilir.
Güçlüydü, çünkü kaybetmişti. Gençti, çünkü hâlâ umudu vardı. Duldu, çünkü bir hikâyesi vardı. Ama en önemlisi: Yeniden sevebilecek kadar cesurdu.


YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.