Ercan ÖZTÜRK

Ercan ÖZTÜRK

Köşe yazarı
Yazarın Tüm Yazıları >

ZEYTİNLİK

A+A-

 

Toprak susmuştu. Çatlak çatlak yüzeyi, yılların sessizliğini anlatıyordu. Güneş, yamaçtan aşağı süzülürken Gülhan adımlarını usulca atıyordu. Ayakkabısına dolan kuru toprak, dizine sürünen otlar… Hepsi tanıdıktı. Ama hiçbiri, kalbindeki yük kadar ağır değildi.

   Yıllar önce babasıyla birlikte her sabah geldiği zeytinliğin kıyısında durdu. Oradaydı işte, diğerlerinden yaşlı, gövdesi hafif eğilmiş ama hâlâ dimdik duran o ağaç. Onu görür görmez boğazına bir düğüm oturdu. Ağaç sanki onu hemen tanımıştı. Rüzgârla birlikte yaprakları ürperdi, köklerinden bir tanıdıklık fısıldandı.

   Gülhan, gövdesine yaslandı. Avucuyla kabuğunu okşadı. O soğuk, sert yüzeyin altında bir yürek attığını hisseder gibiydi.

   “Ben geldim,” dedi fısıltıyla. “Belki bu sefer elimden bir şey gelmeyecek. Ama geldim.”

   Ağacın gövdesine başını yasladı. Gözlerini kapattı. Rüzgârın sesine çocukluğundaki ninniler karıştı.

   “Babam seni severdi. İlk zeytin hep senin dibine bırakılırdı. ‘Önce o tatsın,’ derdi. Ben gölgende uyurdum. Rüzgârla beraber şarkılar söylersin sanırdım. Belki de söylüyordun. Kim bilir, belki sen benim annemdin o zamanlar…”

   Sesi çatladı. Ağaç sanki cevap veriyordu; rüzgâr biraz daha sert esti, dallar hışırdadı.

   “Şimdi seni kesmek istiyorlar. Köklerine beton dökmek istiyorlar. Bin yıllık sessizliğine, hikâyene, gövdene… Sanki hiç yaşamamışsın gibi. Sanki burada gülmedi, ağlamadı hiç kimse…”

   Bir adım geri attı. Tüm ağaçlara baktı. Her biri bir yüz, her biri bir hafıza gibi.

   “Kimse bilmiyor. Annemin ilk gözyaşı senin gölgende düştü. Babam, kardeşimi kaybettiğimizde sana sarıldı. Ben.. ilk aşkımı senin dibine gömdüm. Belki hâlâ orada, toprağın altında bir mendil. Sen sadece ağaç değilsin. Sen sırlarımızsın.”

   O anda, bir zeytin düştü. Sessizce, usulca yuvarlandı ve Gülhan’ın ayak ucuna geldi. Eğilip aldı.

   “Bu veda mı?” dedi, gözyaşıyla karışık bir gülümsemeyle. “Yoksa birlikte direneceğimizin işareti mi?”

   Uzaktan motor sesi yükseldi. Sarı yelekli adamlar, ellerinde krokilerle yaklaşıyordu. Ama Gülhan, geri çekilmedi. Tam tersine, gövdenin önüne geçti.

   “Elimi tutarsan korkmam,” dedi ağaca. “Eğer seni keseceklerse… önce beni kesmeleri gerek.”

   Görevli yaklaştı. Usulca sordu:

   “Hanımefendi, burada ne yapıyorsunuz?”

   O an rüzgâr öyle bir uğuldadı ki, tüm ağaçlar bir ağızdan konuştu sanki. Dallar titredi, yapraklar direndi. Artık orada bir kadın değil, doğanın kendisi duruyordu.

   Gülhan sabaha kadar ağacın önünde kaldı. Sarı yelekliler geri döneceklerini söyleyip çekildi. Kimse dokunamadı. Çünkü gözlerinde insanın değil, toprağın sesi vardı.

   Köy meydanına indiğinde fısıltılar vardı. Kaçan bakışlar, eğilen başlar… Ama o konuşmadı. Çünkü en çok ağaçlara sarılırken konuşmuştu zaten.

   Emine Nine yaklaştı.

   “El kadar bebeydin. O ağacın kovuğuna saklanırdın. Şimdi ağaç seni saklıyor evlat…”

   Elini tuttu. “Yalnız değilsin,” dedi.

   Ve o gece, yalnız değildi gerçekten. Gençler geldi. Kadınlar. Tarladan, kasabadan, uzaktan. Hepsi aynı cümleyi söyledi:

   “Biz de seninle orada duracağız.”

   Gülhan kendini çok daha güçlü hissetti. Yazdı. Defterine, geçmişe, toprağa… Annesinin mendilini, dedesinin tuttuğu hasat kayıtlarını, çocukken düşürdüğü tokayı… Hepsini anlattı. Ve yazısının başına şu cümleyi koydu:

   “Zeytin Bir Ağaç Değildir. Zeytin, İnsan Hatırasıdır.”

   Yazı bir kıvılcım gibi yayıldı. Gazeteler, çevreciler, halk… Herkes köyün yolunu tuttu. Zeytinliğe çadırlar kuruldu. Dövizler yükseldi:

   “Zeytinime Dokunma.”

   “Kökümle Varım.”

   “Bu Ağaçta Anne Kokusu Var.”

   Ama şirket geri adım atmadı. Bir sabah makineler jandarma eşliğinde tekrar geldi. Gülhan, en önde duruyordu. Boynunda zeytin dalı kolye, üzerinde annesinin ördüğü hırka.

   Jandarma komutanı yaklaştı:

   “Hanımefendi, burası artık özel mülktür. Lütfen çekilin.”

   Gülhan göğsünün üzerinden bir kâğıt çıkardı:

   “1854 tarihli Osmanlı tapusu. Vakıf arazisidir. Halkındır. Kesilemez.”

   Komutan sustu. Savcı gelene dek işlem yapılamayacağını söyledi.

   O an bir zafer tohumu serpildi. Ve Gülhan, ağacın dibinde kaldı. Geceleri yıldızlarla konuştu, gündüzleri çocuklara umut oldu.

   Bir gece, küçük bir çocuk geldi. Elinde bir resim:

   “Bu sen ve ağaç. Üstünüze kalpler yağıyor.”

   Gülhan gülümsedi. “Bu hepimizin resmi,” dedi.

   Ve gün geldi. Mahkeme günü. Herkes oradaydı. Savcı kararı okudu:

   “Kesim kararı iptal edilmiştir. Alan halkın ortak kullanımındadır.”

   Gülhan koşa koşa köye döndü. Zeytinliğe girdi. Ağaca yaslandı.

   “Yaşadın,” dedi. “Ve ben de.”

   Yıllar sonra köy, doğa bilinciyle anılan bir merkez oldu. Gülhan çocuklara hep aynı ağacı gösterdi:

   “İşte burası… bir kadının ve bir ağacın birbirini koruduğu yer.”

   Ve rüzgâr ne zaman esecek olsa, ağaç hep aynı melodiyi fısıldadı:

   “Kökünde sevda olan yıkılmaz.”

 

 

Bu yazı toplam 1272 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.